
[vc_row class="anti-130"][vc_column width="1/1"][vc_column_text]Şair, gazeteci, yazar Ünal Ersözlü, aşık olduğu, çocukluğunun, gençliğinin, hayatının en önemli dönemlerinin geçtiği İzmir için, “Kalbimin yarısı İzmir. Şiirim İzmirli hep bu nedenle“ dedi. “Hisarönü bir başkaydı o anda/Hayattı, adım adım, yaklaştık/Yağmur bizim gibi yağıyordu/ Kemeraltı’nda el ele ıslandık/Geçtik tarihi hanların önünden/Süzüldü aşkımız şadırvanlardan/ Kestanepazarı Cami, bize baktı/Başdurak, dükkânlar, sebiller/İnen akşam, kapanan kepenkler/Hepsi aşkımıza imrenip baktılar…“ şair gazetecilerimizden, yazarlığını da sürdüren Ünal Ersözlü’nün Kemeraltı’nda Aşk adlı şiirinden bazı dizeler… Ersözlü bu şiiri eşine yazmış ancak bu aşka bir şehir de ortak. O şehir sizin de anladığınız gibi İzmir. Evet Ünal Ersözlü İzmirli olmaktan öte İzmir’e aşık. Ancak Ankara’da doğmuş. Ersözlü, Ankara doğumlu olmasının nedenine dair şöyle dedi: “Babam bankacıydı. Annemin doğumuna çok az süre kala, babamın İzmir’den başka bir şehre tayini çıkmış. Babam da annemi üç aylığına Ankara’daki kardeşine emanet etmiş. Böylece ben zorunlu olarak Ankara’da doğmuşum.“ Ege Üniversitesi Ziraat Fakültesi mezunu Ünal Ersözlü, şiir serüveni ile birlikte 1987‘den bugüne dek gazetecilik yaptı. Gazeteciliğe haftalık haber dergisi Yeni Gündem’de muhabir olarak başladı. Gazetelerde muhabirlik dışında, yazı işleri yöneticiliği, yazar olarak da çalıştı. Yeni Asır Gazetesi, Ateş Gazetesi, Sabah Gazetesi’nde sırasıyla muhabirlik, yazarlık ve yöneticilik; Kanal Ege’de, İzmir TV’de programcılık; İstanbul’da sonrasında adı CNBC-e olan Kanal-E’de haber sunucusu olarak yer aldı. Ersözlü bir dönem iletişim sektörünün diğer alanları ve siyasi kampanyalarda çalıştı. 2003 yılında üstlendiği Sabah Gazetesi Akdeniz Bölge Temsilciliği görevinden sonra, 2009 yılında, İzmir’de Sabah Gazetesi Ege Bölge Temsilciliğini Mayıs 2014’e kadar yürütü. Bu dönemlerde önce Sabah Akdeniz, ardından Egeli Sabah’ı, değerli ekip arkadaşlarıyla çıkardı. İzmir ve İstanbul Çağdaş Gazeteciler Derneği, Türkiye Yazarlar Sendikası üyesi olan Ünal Ersözlü, Efsun Ersözlü ile evli. İstanbul’da tiyatroculuk yapan Şafak adında bir oğlu var. Ersözlü’nün şiir serüveni 1980 yılından bu yana sabırla, ısrarla sürüyor. Bugüne kadar yayınlanmış 7 kitabı ve yayınlanmayı bekleyen kitap dosyaları var. Islık Yayınları’ndan çıkan son kitabı Sarmaşk, yakın zamanda okurlarla buluştu. Ünal Ersözlü ile 9 Eylül okurları için röportaj yaptık. Ama öncesinde Sarmaşk’dan bazı dizeler: “İzmir şehrinde, Alsancak’ta/Sonbahar, şefkatli hep yaza/Kitapçıda susuyorum sana/Masalsı yıldızlar aramızda/İşte siyah bir inci öpücüğün/Manolya kokuyor yanağım/Çiçeklerce, güzel akıyorsun/Nergis yasemenden bir atlas/Sende kollarım işlenen nakış/Ne kadar çok sarılsam, mucize…“ Ülkemizde özellikle de gençlerin siyasal bir kimliği sahip olması onlara bedeller ödetti, ödetiyor. Siz de ilk gençlik yıllarınızda bu bedeli ödediniz. O günden bugüne değişen ve değişmeyen nedir sizce? Evet sizin ifade ettiğiniz gibi, gençlerin siyasal bir kimlik ile buluşmaları dünyanın her ülkesinde, farklı dönemlerde, farklı bedeller ödemelerine neden olmuş. Ben 78 kuşağındanım. Bizim kuşağımız, ülkeye ve ülkenin geleceğine karşı duyarlıydı. Elbette şu an ki gençlik gibi. Hızla örgütlenen, okuyan, düşünen, sorgulayan, özel bir kuşaktık. Masum, naif düşlerimizin peşine takılmış, dünyayı çok çabuk değiştirebileceğimizi düşünüyorduk. Pırıl pırıl çocuklardık… Bizler bu saflıktayken, bizim gibi o dönem iyice geri kalmış sayılabilecek ülkelerdeki sistemler çok daha sertti. İnsanlara acı veren, aileleri dağıtan; binlerce gözaltı, tutuklama, işkence, idamlar gerçekleştiren 12 Eylül askeri darbesi; naif gençliğimizin orta yerine, ağır bir gülle gibi düştü. Benim gibi çok sayıda genç insan, ağır bedeller ödedi. Ne traji komiktir ki Turgut Özal döneminde kaldırılan, 141-142. maddeler nedeniyle; arandık, kaçaklık yaşadık, uzun yıllar hapislerde yattık. Sevdiklerimizden ayrı kaldık. Ama yaşadıklarımızdan hiç pişmanlık duymadan, o günlerimizi hiç abartmadan, övgü aracı yapmadan; hayatlarımızın onur sayfaları olarak kenarda mütevazıca tuttuk. O günden bugüne, değişen şeyler de var, değişmeyenler de. Çünkü her dönemin farklı özellikleri oluyor. Zorbalığın özü hep aynı; ama bunlarla karşılaşan insanların sayıları, yöntemleri, etkileri değişebiliyor. Bizim dönemimiz; kabul etmek gerekir ki çok ağırdı. Gözaltı süreleri bile, en az 40-50 gündü. Hiç hatırlanmak istenmeyecek, ne yazık ki insanlık suçu olan, ağır işkence süreçleri vardı. Ama zulmün ölçüsü olmaz. Zulüm, bedenden önce ruhu acıtır. Basına yıllarca emek verdiniz. Deneyimleriniz doğrultusunda basın emekçisinin yaşadığı sıkıntıları değerlendirir misiniz? Gazetecilikten, elbette her şeyden önce muhabirlikten hep çok heyecan duydum. Kanımca gazeteciliğin özü muhabirliktir. Başta muhabirler olmak üzere, tüm basın emekçilerini saygıyla selamlıyorum. Çünkü onlar gazeteciliğin can damarı. Gazetecilikte yöneticilik yapmak, hep en son tercihimdi. Ama koşullar insanı zorunlu kılabiliyor. Hayatın gösterdiği yönde, uzun yıllar gazete yöneticiliğini de severek yaptım. Yöneticilik yaptığım her kurumda, tüm gazete emekçilerine, muhabir dostlarıma, fikir işçilerine her zaman çok değer verdim, kucak açtım, içten saygı duydum. Onların hakları için, gerektiğinde yönetici olarak çok mücadele ettim; çünkü sektörde bu mesleğe emek veren basın emekçilerinin ve muhabirlerin dönem dönem ciddi sömürüye uğradıklarına, ne yazık ki kötü koşullarda, 212 yasasına dahil edilmeden çalıştırıldıklarına tanık oldum. Kendi yöneticiliğim sırasında da böyle örnekler oldu. Ama o tür örneklerde arkadaşlarımın sorununa sahip çıkıp çözebilmek için gayret gösterdim. Meslek örgütlerimizin de basın emekçilerine sahip çıkması ve daha çok mücadele etmesi gerektiğini düşünüyorum. Bugün hala 212 yasasına dahil edilmeden çalışan muhabir arkadaşlarımız varsa, hepimizin ayıbıdır. Meslek örgütleri bunu yapan kurumları tespit ederek, önce kurumları uyarmalı, sonra da bizzat Çalışma Bakanlığı’na şikayet ederek, sorunların takipçisi olmalıdır. Bu arada size ilginç gelebilir; gazeteciliğe başladığım 1987 yılından bu yana hep 212 yasasına dahil çalıştım. Ama basın kartı almak için hiç başvurmadım. Çünkü Yeni Gündem’de mesleğe başlarken, o zaman basın kartına tanınan avantajları ve devletin gazeteciliğimizi onaylamasını, biz gençler anlayış olarak onaylamıyorduk. Gazeteciliğimizi özünde, devlet yerine, çok sayıda ülkede olduğu gibi, aslında sadece meslek örgütlerimizin onaylaması gerektiğini düşünüyorduk. Ben bu anlayışı şimdi Avusturalya’da yaşayan İsmail Kayhan ile birlikte, yıllarca sürdürdüm. Ama bu yaklaşımım, mesleğe uzun yıllarımı verdiğim için artık değişti. Bu perspektif ile tüm kentlerde gazeteciler cemiyetlerine, 212 ile çalıştırılmayan arkadaşlarımızın da üye olarak kabul edilmelerinin doğru olduğunu düşünüyorum. Çünkü onların gazeteciliğini onaylayacak kurumlar, eğer o mesleği aktif sürdürüyorlarsa, öncelikle gazetecilik örgütleri olmalı. İzmir Kent Kitaplığı’nı, İzmir Kent Kültürü Dergisi’ni kurdunuz ve yönettiniz. İzmir Yayıncılık’ın genel müdürlüğünü üstlendiniz. Bu görevlerinizde İzmir size nasıl seslendi? Sizin İzmir’e seslenişiniz nasıl zenginleşti? Hayatımda onur duyduğum görevlerden biridir. İzmir Büyükşehir Belediye başkanlarından, çok değerli insan, sevgili ağabeyim rahmetli Ahmet Piriştina’nın, ilk seçim kampanyasını bir grup dostla birlikte yürütmüştük. Sonra Piriştina seçimi kazanınca, ben helalleşip İstanbul’a döndüm. Ama o ısrarla, İzmir’e geri gelmemi istedi. Ben de kendisine en az 2 yıl destek vereceğime söz verdim. Beni basın danışmanlığının yanı sıra İzmir Yayıncılık Genel Müdürlüğü ile görevlendirdi. İzmir’in gelecek vizyonuna uygun projeler üretmemizi istedi. Değerli insanların bulunduğu butik bir ekip oluşturduk. İzmir Kent Kültürü Dergisi’ni ve İzmir Kent Kitaplığını kurmayı önerdik. Önce bu işi yapabileceğimize, insanlar çok az inandı. Ama kolektif bir akıl ortaklığında, kentin belleğine bir yolculuk başlatarak bu iş üzerinde çok ısrar ettik. Çok büyük çaba harcadık. Ama sonunda İzmir’in çok değerli, entelektüel, su üstüne çıkmamış birikimini harekete geçirdik, kent aydınlarının ciddi katkılarını aldık. O süreçte, İzmir’in tüm değerlerini, sağduyu ile birleştiren, buluşturucu bir omdusman rolü oynamayı hedefledim. İnsanlar samimiyetimize, sahiciliğimize inandı. Ortaya, sonrasında kesintiye uğrayan, ama iz bırakan bir Kent Kültürü Dergisi çıktı. Bugün hala varlığını sürdürmesinden gurur duyduğumuz, İzmir Kent Kitaplığı’nı kurduk. Kanımca tüm Türkiye için örnek bir projedir. Ben bıraktığımda 50. kitaba yaklaşmıştık. Bugün İzmir Kent Kitaplığı’nın vardığı noktadan, büyük mutluluk duyuyorum. Sonrasında bu çabaya içtenlikle sahip çıkan, kent kitaplığının gelişerek sürmesine öncülük yapan, İzmir Büyükşehir Belediye Başkanı Aziz Kocaoğlu ve şu an görevi sürdüren arkadaşlara övgüyle teşekkür ediyorum. O zamanlar bizim hayal ettiğimiz kent ansiklopedisini bile çıkardılar. Gazeteci olmak isteyen gençlere tavsiyeleriniz nelerdir? Gazetecilik her şeyden önce aşkla yapılacak bir iş. Çok sevmek gerekir. Ömrünüz boyunca gerçeğin peşinde koşma ışığını içinizde taşımalısınız. Bu heyecanı büyütmelisiniz. Çok boyutlu okumadan, olayların perde gerilerine bakmadan, Türkiye’yi anlamakta zorlanabilirsiniz. Bu nedenle gazeteci okumalı, araştırmalı, yenilikler peşinde koşmalı. Eğer gerçek anlamda gazetecilik yapıyorsanız, zaten çok parayı da unutmalısınız. Elbette gazeteciliğin standartlarını, ortalama gazeteci gelirini, Avrupa düzeyine yükseltmek için, hepimiz mücadele etmeliyiz. Ama gazetecilikten çok fazla para beklemek, özellikle günümüz Türkiye’sinde popüler örnekler dışında mesleğin bütünlüğü açısından biraz hayal gibi. Ancak kitap yazabilen gazeteciler, ek olarak televizyon programı yapma fırsatı yakalayanlar, gelir çıtasını biraz daha yükseltebilir. Şahsen ben, özellikle son yirmi yıldır, gazetecilik sayesinde hep iyi bir yaşam sürdürdüm, geçim sorumluluklarımı hep yerine getirebildim. Ama bunca yıldır medya yöneticiliği yapmama rağmen, maddi imkanlarım hala sınırlı. Bu belki benim biraz daha paylaşımcı yaşam tarzımdan kaynaklanıyor olabilir. Gazetecilik çok zevkli, heyecan verici bir meslek. Ama bir o kadar da, bizim gibi ülkelerde, yorucu, yoğun, yıpratıcı yönleri var. Gençler özellikle “Gazetecilik Hak ve Sorumluluk Bildirgesi”ndeki etik ilkelere sahip çıkarak, uygulayarak; bu mesleğin çıtasını yükselterek; dayanışma içinde, bu mesleği aşkla yapmalı. Sonuçta, her tutkulu aşkın bir bedeli oluyor. Bu bedeli gazetecilikte hep ödemişizdir, öderiz. Şiir ile olan ilk buluşmanız nasıl gerçekleşti? Hani derler ya çocukluğumdan bu yana, diye… Aslında biraz öyle oldu gibi. Çünkü babam iyi bir entellektüel, çok okuyan bir adamdı. Sevgi dolu, kalabalık bir ailede büyüdük. Bir yanıyla gözleri görmeyen, hem de zihinsel engelli bir kardeşimiz olduğu için aynı oranda hep çok hüzünlü bir aileydik. Evlerimiz hepimiz için, biraz kaderlerimizdir. İşte bu aile ortamında babamın şiiri hiç eksik olmadı. Biraz şiir gibi bir adamdı. Arif Ahmet’ten Nâzım Hikmet’e; Necip Fazıl’dan Fransız şairlerine; şiirimiz soframızda hiç eksik olmadı. Örneğin ablam Şule Talu (Ersözlü), Manisa Lisesi’nde şiir okuma yarışmasında Hasretinden Prangalar Eksilttim ile birinci olmuştu. Ben böyle bir ortamda, hep şiirin içindeydim. Sonrasında hayat şiire kışkırttı. Örneğin üniversite yıllarımda, sevgili Mustafa ile (Moroğlu), birbirine yakın iki ayrı grubun öğrenci gençlik temsilcisi konumundaydık. Ateşli konuşmalar yapardık karşılıklı. Sonra ben Ege Üniversitesi’ndeki Botanik bahçesine giderdim tek başıma, orada şiirler yazardım gizlice. İlk şiirlerimin hepsi üniversitede yurt baskınlarında yitip gitti. Bir bölümü 12 Eylül öncesi yaşadığımız gözaltı ve hapis sürecinde gitti. Sonrasında 12 Eylül geldi. İnsanlıktan ve şiirden başka sırtımızı dayayacağımız hiçbir şey kalmadı. Uzun süre karanlık kaçak yılları, şiire sarılarak atlattım. O dönem şiirlerimden çoğu kayboldu. Kendi seçtiğiniz sözcüklerle şiiri tanımlamanızı istesem Şiir, hepimizin gökyüzüsü… Hayatlarımızın mavisi, kırmızısı…/Doğanın kızaran sonbahar yaprakları şiir…/ Şiir, kadın ve erkek… Şiir, aşk… Şiir, isyan…/Şiir, insanın kendi derinliğinde çoğalması…/Şiir, insanın acısının içinde hüzünle azalması…/Şiir, hayatlarımızın lirik şarkısı…/Şiir, benim için, kendi sessiz ‘adam’…/Şiir adasının mütevazı Robinson Crusoe’dur şairler… Aldığınız Behçet Aysan ve Yunus Nadi Şiir Ödülleri, şiirde başarıyı taçlandırmaktan öte şiire ömrünü adayanlara verilir. Ödüller şiirinize nasıl bir sorumluluk kattı? Evet, teşekkür ederim. Mahcup hissettim bu sorunuz karşısında. Ödüller şaire büyük sorumluluk getirir. Çünkü iz bırakmış çok değerli insanlar adına alınan ödüller, hem onların değerlerine layik olma, hem de ürettiklerinizi daha iyiye taşıma sorumluluğu verir. Elbette bu ödülleri almakla iş bitmez. Ömrünüzü şiire verebilmek, vermeye çalışmak, bu ayrı bir sorumluluk ve ayrı ödüldür zaten. Şair ve şiir hep kendisini aşmaya yazgılıdır. Bunu yapabilir, eğer bu yönde ciddi emek verebilirseniz, belki kendinizden gelecek kuşaklara kalabilecek küçük izler yaratabilirsiniz. Bu en büyük ödül olur. Zaten gerisini hayat belirler… Bir insanın yaşamına şiir nasıl bir güç katar? Şiir bir insanın hayatına cesaret ve yüzleşme katar örneğin. Çünkü edebiyatın her dalında kendinizi saklayabilirsiniz ama şiirde, şairin yüreği çırılçıplaktır. Şair kendisini saklayamaz. Bu da insanların birbirlerinden her şeyi, iyiliklerini ve özellikle kötülüklerini sakladığı günümüz dünyasında, cesaret gerektirir. İçinizdeki aşkı, acıyı, sevinci, sevgiyi, hayatınızın imbiğinden geçirdiğiniz her şeyi, dışa vurur şiir. Bu yüzden Goethe’nin dediği gibi ‘insan insanı ancak insanda tanır’ken, şairi de şiirde hemen tanırsınız. Ve şairin dokunduğu bütün hayatı… Kendini ve şairini saklayan şiir, kanımca zamana dayanmaz. Homeros’un söylediklerinin asırlardır zamana dayanmasının, Nâzım Hikmet’in kocaman evrenselliğinin, Necip Fazıl’ın hüzünlü şiirselliğinin, sırrı buradadır. Kalbin açık olmasında. Şiir hem kalbin açıklığını verir, hem kalbi açar. Kalbi açık olmayan şiir, başkalarının kalbine dokunamaz. Sadece sözcüklerin oyun oynadığı zeki bir deneyim olarak kalır, zamana dayanmaz… Son yayınlanan şiir kitabınız Sarmaşk’ta insanın yaşamında radikal bir değişime yol açan ‘aşk’ ve ‘devrim’i yoğun hissettim. Ancak iki temayı da dikensiz tellerle örmüşsünüz. Bu sanırım yaşam felsefeniz de… Bu aşkın içinde İzmir de var. Sarmaşk nasıl doğdu? Çok teşekkür ederim, yine mahcup olduğum bir soru. Geçtiğimiz günlerde 50. sanat yılını kutlayan, şiirimizin büyük ustası, sevgili Ataol Behramoğlu, yeni kitabımla ilgili, bloğunda şunları yazmış: “Dikkatsiz bir gözün ‘sarmaşık’ diye okuyacağı ‘sarmaşk’ın yazarı Ünal Ersözlü, Otuz yılı aşan şiir serüveninde incelikli bir ustalığı sergiliyor. ‘Sarmaşk’a bir aşk şiirleri toplamı diyebiliriz. Duygusal aşk ve bedensel aşk bu şiirlerde gerçekten de sarmaşıyor birbiriyle, ‘sarmaşk’ oluyor… Kitaba adını veren ilk şiirdeki şu giriş dizelerine bakın: “İzmir şehrinde, Alsancak’ta/ Sonbahar, şefkatli hep yaza/ Kitapçıda susuyorum sana/ Masalsı yıldızlar aramızda/ İşte siyah bir inci öpücüğün/Manolya kokuyor yanağım/ Çiçeklerce, güzel akıyorsun/” Ve şu Hayyamca dizeler: “Aşkından çıldırıyorum/ Bedenin bedenimde/ İşte ne ben kalıyorum/ Ne de sen kendinde…” Hayır, bizim ülkemizde şiir ölmez!” Sevgili Behramoğlu, beni çok onurlandırdığı için, ona tekrar teşekkür ediyorum. Evet, ‘Sarmaşk’ Ataol Ağabeyin vurguladığı gibi, derinlikli olabilme, aşkın bütün boyutlarına bakabilme derdinde olan bir kitap.Aslında ‘aşk’ kelimesi köklerinde Farsça’dır. Aşk, Farsça bir kelime olan ‘Aşeka’dan geliyor. Aşeka tam olarak ‘sarmaşık’ demek. Biliyorsunuz, sarmaşıklar hangi besini sararlarsa, onun hayatı ile ortaklaşırlar. Yani kitabın ilk şiiri ‘sarmaşk’ı da, bu yönüyle, aşkın derinliğinde algılamak ve hissetmek gerekli. Ataol’un dediği gibi duygusal ve bedensel aşk sarmaşıyor ‘sarmaşk’ta. Elbette ‘sarmaşk’ı doğuran bir erkeğin, bir kadına aşkı. Kadının erkeğe olan aşkı. Yani ‘sarmaşk’ sevgili eşim Efsun’a tutkulu aşkımdan doğdu. Ama bu aşk başlamadan çok önce, sanki bir işaret fişeği gibi, kitaptaki 19 adlı şiirim yazılmıştı. Mistik bir çağrışım gibi, “efsun’ kelimesi de, şiirin içinde geçiyordu. Bu şiir 19 bölümden, her bölümü 19 dizeden oluşur. Örneğin o şiiri, simgesel olarak bugünden 19 yaşıma gidip, 19 yaşımdan bugünüme bakarak yazmıştım. Mistik ve sürrealist bir şiir. Dikkatle bakılırsa, ‘19’ ciddi politik bir şiirdir aynı zamanda. “Mardin’de reyhani, İzmir’de zeybek/ Yasemenden hiç anlamaz bu devlet” dizelerinden yansır bu. Aşk ve devrimi, dikensiz teller ile ördüğüm doğru. Aslında hep sessiz çığlıkların habercisi olmaya adayım hayatta. Şiirimin dışı öyle, belki dikenli teller, çekirdeğin ortasında. Sessizliği, bu gürültülü dünyada az ses çıkarmayı, tercih ediyorum. Hani bugünlerin moda kelimesiyle, fıtratımda, yani doğamda olan bu. Yaşam felsefem, iyi şairlikten, iyi gazetecilikten hemen önce, iyi insan olabilmek. İyi insan olabilmek için, hep çok uğraştım. Uğraşmayı sürdüreceğim. Belki bir gün, iyi şair de olurum. İzmir, aşık olduğum, çocukluğumun, gençliğimin, hayatımın en önemli dönemlerinin geçtiği şehrim. Kalbimin yarısı İzmir. Bu nedenle bu kitabımda da arka fonda hep İzmir var. Yüzümü döndüğüm şehir İzmir… Şiirim İzmirli hep bu nedenle…
Röportaj: Neslihan PERŞEMBE - 9 Eylül Gazetesi[/vc_column_text][brando_separator brando_height="30px"][brando_button button_style="style1" brando_button_preview_image="style1" button_type="medium" button_text="url:http%3A%2F%2Funalersozlu.com%2Fsoylesiler%2F|title:T%C3%BCm%20S%C3%B6yle%C5%9Filer||"][/vc_column][/vc_row]